Bilim ve Sanat Vakfı Akademik Yayınlar Arşivi

Güncel Gönderiler
Bir sözlü tarih çalışması: Çerkes (Adige) boylarından Şapsığların ve Kabardeylerin günümüzdeki göç ve kimlik algısı
(2019) Şahin, Özge; Özdemir, Nagehan Üstündağ
Çerkesler, 19. Yüzyılda Rusya'nın uyguladığı yayılmacı politikalar sonucunda aralarında Türkiye'nin de olduğu pek çok ülkeye göç etmeye zorlanmıştır. Çerkeslerin göçe zorlanma nedenlerinden, yaşadıkları göç sürecinin tarihine ve sonuçlarına yönelik pek çok araştırma ve çalışma yapılmıştır. Ancak, günümüzde Türkiye'de varlığını sürdüren Çerkeslerin göç ve kimlik algılarına ilişkin sözlü tarih çalışmaları nadirdir. Bu tez ile Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasında varlığı yadsınamayacak düzeyde olan ve halen Türkiye'de etkin bir çoğunluğu oluşturan Çerkeslerin yaşadıkları tarihi süreç ile sahip oldukları kültürel ve etnik kimlikler açısından algılarındaki değişimleri ya da değişmeyen düşünceleri elde etmek ve değerlendirmek amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda tezin birinci bölümünde kuramsal çerçeve çizilmiş ve "göç", "zorunlu göç", "hafıza", "kimlik", "göç algısı" kavramları tanımlanmıştır. Kuramsal çerçevenin ardından ikinci bölümde, Çerkeslerin Kafkasya'dan Türkiye'ye göçünün ve iskânının tarihsel süreci aktarılmıştır. Çalışmanın üçüncü bölümünde sözlü tarih yöntemi kapsamında Çerkes boylarından Şapsığlardan 5 kişi ile Düzce'de gerçekleştirilen mülakatlar incelenmiştir. Dördüncü bölümde ise Çerkes boylarından Kabardeylerden 5 kişi ile Kayseri'de yapılan mülakatlar ele alınmıştır. Gerçekleştirilen mülakatlar, "göç, kimlik, hafıza ve algı" kavramlarından faydalanılarak değerlendirilmiştir.
Lizi Behmoaras ile sözlü tarih görüşmesi
Behmoaras, Lizi; 1950, İstanbul; T.C.; Kadın; Gazeteci, Yazar; Adlı, Ayşe
Lizi Behmoaras, 1950’de İstanbul’un Şişli ilçesinde dünyaya gelir. Ailesi Kodaman Caddesi üzerindeki 3 katlı sobalı bir apartmanda oturmaktadır. O günlerden bomboş bir çevre ve toprak yolları hatırlar. Arabanın hiç geçmediği sokaklarda tek tük insan görülmektedir (01:30). Seferad Yahudisi bir aileye mensuptur. Seferadlarda ilk doğan çocuklara babaanne ve dedenin adı verilmektedir. Babaannesinin Eliza olan adı Lizi şeklinde değiştirilerek ona verilir. Yahudi ismi olmayan Eliza, o dönemlerde Seferadlar arasında popülerdir. Kendisi kitaplarında Liz ismini tercih etmektedir (02:30). Evlenmeden önce Katalan soyadını taşıyan Behmoaras, soyadından hareketle ailesinin İspanya’nın Katalonya bölgesinden geldiğini tahmin etmektedir. Babasından, ailesinin Bulgaristan üzerinden Trabzon’a geldiklerini dinler. Daha sonra Tokat’a geçen Katalanlar, 20. yüzyılın başlarına kadar orada tütün ticareti yapar. İstanbul’a geliş tarihleri 1925 civarıdır (03:36). Anne tarafı çok eski zamanlardan beri İstanbul, Hasköy’de yaşamaktadır. Annesinin çocukluğu ve gençliği Moda’da geçer. Babasının ailesi ise Taksim’de ikamet etmektedir. Evlendikten sonra Şişli’ye yerleşir. Birkaç sene sonra da Kodaman Caddesi’ndeki evlerinden Şişli Meydanı’ndaki bir apartman dairesine geçerler (04:15). Babası Nesim Katalan, annesi Jaklin Anavi’dir (04:40). Annesinin babası Haydarpaşalı, annesi ise Hasköylüdür (05:00). Aile geçmişleri hakkında sahip olduğu bilgiler çok sınırlıdır (05:10). Babasının ailesi, Yeşildirek’te tekstil ticareti yapan Katalan Biraderler firmasını kurar. Nesim Katalan 1998’de vefatına kadar bu işi sürdürür (05:40). Annesi Notre Dame de Sion, babası ise Saint Benouit liselerinde eğitim alır. İkisi de üniversite eğitimi almaz. (06:25). Yahudi toplumunda kadınların çalışması hoş karşılanmaz. İyi eğitimli de olsa kadınların çalışması yoksulluk alameti olarak kabul edilmektedir. 1970’lerde artık övgü ile söz edilse de hala çalışan kadın sayısı çok değildir. Okul yıllarında kendilerine iş hayatına atılmaları yönünde bir telkin yapıldığını ya da özendirildiklerini hatırlamaz (09:17). Annesinin ailesi Varlık Vergisi sebebiyle kışın kaldıkları Nişantaşı’ndaki evlerini kaybedince yaz kış Moda’da kalmaya başlar (10:10). Annesi ve babası bir toplantıda tanışır. Behmoaras, Yahudi toplumunda herkesin birbirine aşina olduğunu ve aralarında dolaylı da olsa ilişki bulunduğunu belirtir. Annesinin evlilik hikayesini anlatan Lizi Behmoaras, 1940’larda kadın erkek ilişkilerinin bugünkünden farklı olduğu yorumunu yapar. Genç kızların erkek arkadaşlarıyla çıkması, makul bir saatte dönmek şartıyla normal karşılanmaktadır. Annesi ve babası, ailelerin de onayıyla evlenir (13:38). Şişli’deki apartman, anneannesinin ailesine aittir. Ve bir aile apartmanıdır. Alt katlarda akrabalar yaşamaktadır (14:40). Kendisinden 3 yaş küçük kardeşi Metin dünyaya geldikten sonra Şişli Meydanı’nda başka bir eve taşınırlar. Yaşadıkları bina Şişli Camii’nin solundadır 1955’te henüz meydan düzenlemesi yoktur. O senelerde Cami’nin ön tarafına bir havuz inşa edilir (16:45). Çocukluğunda en büyük eğlencesi Şişli Camii’ndeki cenaze törenlerini izlemektir. Asker cenazeleri bandonun çaldığı cenaze marşı eşliğinde taşınmaktadır. Bu görüntü iki kardeşin çok ilgisini çeker (17:15). Caddeden nadiren araba geçmektedir. Dönemin en şık araba modeli Chevrolet İmpala’dır. Hergün akşamüstü evlerinin önünden pembe bir İmpala’nın geçtiğini hatırlar (18:00). 1950’lerde Şişli Meydanı’ndan ayı oynatan çingeler geçer. Burnundaki halkaya geçirilmiş iple yönlendirilen ayıları izlemek çocuklar için mutluluk sebebidir. Sokaktan keten helva satıcıları ve simitçiler de geçmektedir (19:00). Çağlayan ve Mecidiyeköy’de yerleşim yoktur. Dut bahçeleri olduğunu duyduğu Mecidiyeköy’e o yıllarda hiç gitmez. Şişli’nin ilerisi de 1960’lardan sonra yavaş yavaş dolmaya başlar (20:00). Behmoaras 1973’te evlenene kadar Şişli’de yaşar (20:10). Yahudilerin gruplaşma isteği taşıdığını belirterek kendi apartmanlarında yaşayanların da genellikle aynı cemaate mensup insanlar olduğu bilgisini verir. Cadde zaman içinde kalabalıklaşır ancak o bölgeyi kimlerin tercih ettiği yönünde net bir gözlemi yoktur. Abide-i Hürriyet Caddesi’nde birkaç bakkal dışında ticari işletme bulunmamaktadır. Şişli, Nişantaşı kadar olmasa da şık bir semt olarak bilinmektedir. Yol üzerinde, Nişantaşı’na kadar apartmanlar vardır. Nüfusla birlikte apartman sayısı da artar. Nişantaşı yolu üzerinde, caddenin sağ tarafında bulunan Çankaya apartmanında oturan halası, Koç ailesiyle komşudur (23:15). 1960 İhtilali öncesi Şişli Meydanı’nda protesto gösterileri yapılmaktadır (24:20). Bugün cadde üzerinde çok sayıda dönerci ve kebapçı vardır. 1960’larda henüz hiçbiri yoktur (25:00). Annesinin ailesi Varlık Vergisi’nden çok etkilenir. Tüm mal varlıkları vergi borcunu ödemek için satılır. Ancak istenen nakit parayı zamanında toparlayamayan dedesi, Aşkale’ye sürülür (27:20). Moda’daki evleri de haciz riski altındadır. Müslüman komşuları düzenlenen yalancı mezatla evi satın alarak ailenin sokakta kalmasına mani olur (28:08). Dedesi sürgüne gönderildiğinde 43 yaşındaki anneannesi biri 17 diğeri 15 yaşında iki çocuğuyla kalır. Evdeki bütün eşyalar haczedilir. Anneannesi, ilerde satmak için bazı şeyleri saklasa da çok namuslu bir insan olduğunu söylediği dedesi, biraz da korkudan, sakladıkları eşyaların yerini memurlara söyler. Dedenin Aşkale’den dönüş ümidi yoktur. Ancak bir seneyi doldurmadan çıkan afla geri döner (30:15). Türkiye’deki Yahudilerin II. Dünya Savaşı yıllarında Almanya ve Doğu Avrupa’da yaşanan Yahudi Soykırımı’ndan çok geç haberdar olduklarını düşünmektedir. Gözlemleri, politik kimliğe sahip olmayan ortalama Türk Yahudilerinin soykırımı takip edemedikleri yönündedir. İletişim imkanları sınırlıdır ve savaş korkusu içindeki Türk halkı yoklukla mücadele etmektedir (33:22). 1950’li yıllarda beyaz eşya, radyo gibi teknolojik cihazlar yaygın değildir. Evlerinde radyo, buzdolabı ve merdaneli bir çamaşır makinası vardır. Margarin kullanımı yaygındır. Yemekler Vita ile pişirilirken kahvaltıda da Sana marka yağ yenilmektedir. Zeytinyağı ve tereyağı kullanımı yaygın değildir (37:05). Evlerinde annesine yardım etmek için hep bir yardımcı kadın bulunmaktadır. Yardımcıların genelde Karadenizli Müslüman kadınlar ve Gökçeadalı Rum kızlar olduğunu söyler (37:40). Ailesinin İsrail’in kuruluşuyla pek ilgilenmediğini ifade eder. Anavi ailesi, Osmanlı’nın son döneminde etkili olan Fransız kültürüyle yaşamaktadır. 19. yüzyılda Fransa’da toplumu laikleştirmek için kurulan Alliance okulları, yüzyıl sonlarında İstanbul’da da şube açar. O dönemde ortaya çıkan kültürel dönüşüm Yahudi toplumunun isimlerine de yansır. Annesinin adının Jaklin olduğunu hatırlatan Behmoaras, Rebeca, Rachel, Sarah yerine Jaclin, Vivian, Monic gibi isimlerin kullanılmaya başlandığını kaydeder. Ayrıca Türkiye’de İspanya’dan getirdikleri kültürü devam ettirmeye çalışan dindar bir Yahudi topluluğu da vardır. İlk topluluk İsrail’le duygusal bir bağ kurmaz. Behmoaras, aile ve akraba çevresinden hiç kimsenin İsrail’e gitmediğinin altını çizer (41:00). Türk Yahudi toplumunun genel olarak çok dindar olmadığı kanaatindedir (41:54). Babası tutucu bir aileden gelse de çocukluğunda dini bir eğitim almaz. Dini bayramlarda evlerinde İbranice dualar okunmaktadır. Ancak ailesi katı dini kurallara uymaz. Hamursuz bayramlarında evlerinde her zaman çalışanların yemesi için ekmek bulundurulur (48:30). Anneannesinin laik tutumunu, Notre Dame de Sion’da rahibeler tarafından eğitilmesine bağlar (45:35). Behmoaras, dini kimliğiyle Şalom Gazetesi’nde çalışırken barışır. O zamana kadar kimliğinin önemli bir unsuru olmayan Yahudilik şimdi hayatında daha önemli bir işgal etmektedir (46:00). Yahudiler, kapalı topluluklar halinde yaşamaktadır. Behmoaras, bu sınırlı temas sebebiyle çocukluğunda Yahudi nüfusunun çok yoğun olduğu fikrine sahiptir. Şişli, Nişantaşı, Büyükada bölgelerinde her yerde Yahudiler yaşamaktadır (46:45). İlkokulu, Şişli Terakki’nin karşısında bir binada yer alan Özel Aydın Okulu’nda okur. Oradaki arkadaşlarının da büyük çoğunluğu Yahudidir. Ortaokul yıllarında çevresiyle daha yakından ilgilenmeye başlar (47:30). Küçüklüğünde yetişkinlerin çocuklarla sınırlı bir teması vardır. Soru sormaları ve sorgulamaları hoş karşılanmaz. Yahudi gelenekleriyle tutucu bulduğu babaannesi sayesinde tanışır. Yerde oturmak matem işareti olarak kabul edilmektedir. Bu inanışların kökenine dair sorgulamaları cevapsız kalır (48:50). 1955’te evlerinde Gökçeadalı Rum bir yardımcı vardır. Behmoaras bu sayede iyi derecede Rumca öğrenir. 6-7 Eylül’den sonra sokaklarda Rumca konuşmaktan bile korkulmaktadır. Bu korkuyu bir anısı üzerinden anlatan Behmoaras, o vakte kadar normal olan bir şeyin yasaklanmasına çok şaşırır. 6-7 Eylül’le ilgili hatırladığı ya da hatırlamak istediği tek anının bu olduğunu söyler. Olaylar sırasında evleri ve babasının Yeşildirek’teki dükkanı zarar görmez (51:12). Evlerinde Fransızca, Türkçe, İspanyolca ve Rumca konuşulmaktadır. Babaannesi hiç Türkçe bilmezken Moda’da Müslümanlarla ilişki içinde yaşayan anneannesi kırık bir üslupla konuşmaktadır. Behmoaras’ın Cumhuriyet çocuğu dediği annesinin döneminde azınlık çocukları artık Türkçe öğrenmektedir (56:55). Eve gelenler çoğunlukla Yahudi cemaatine mensuptur. Ayrıca babasının Müslüman iş arkadaşları ile de görüşülmektedir. Televizyondan önce sosyal ilişkiler çok yaygın ve sıkıdır. Ebeveyninin Rum ve Ermeni arkadaşları yoktur (58:35). Seferad ve Aşkenazlar arasında her zaman bir ayrım olduğunu kaydeder. Kültürel farklılıktan dolayı iki kesim arasında mesafe vardır. Birbirlerine çok fazla sempatiyle bakmadıkları düşüncesini taşır (01:00:02). Aşkenazlarla evlilik tercih edilmez ancak mümkündür. Dinler arası evlilik ise Behmoaras’ın tabiriyle büyük dramlara sebep olmaktadır. Buna rağmen mani olunamaz. Behmoaras daha liberal olan anne tarafını karma evlilikler sebebiyle Birleşmiş Milletlere benzetir. Türk Yahudileri arasında Müslümanlarla evliliğe de sık rastlanmaktadır. Baba tarafında ise sadece bir evlilik vardır. Ve büyük sıkıntılara sebep olur (01:01:35). Anneannesi ve annesi gibi Behmoaras da Dame de Sion mezunudur. 1900’lerden önce kadınların eğitim alması yaygın değildir (01:02:25). Rahibeler nezaretinde sıkı, baskıcı bir eğitim alır. Okulda genel kültüre çok önem verilmektedir. Alanında başarılı öğretmenlerden iyi bir eğitim aldığı kanaatindedir. Okul arkadaşlarıyla bağlantısı sürmektedir. Okulda din ve siyasetin tabu konular olduğunu kaydeder. Okulda, siyasi mesaj veren yazarların eserleri okutulmaz. Din dersi zorunlu değildir. Hristiyan öğrenciler rahibeler eşliğinde kiliseye giderken diğer dinlere mensup öğrenciler etüd yapar. Okulda çok sayıda Hristiyan öğrenci vardır. Müslümanlar için de dışarıdan bir hoca gelmektedir. Ancak empoze edilen davranış kalıplarının Hristiyanlıktan mesajlar taşıdığını dile getirir. Suçluluk duygusu, kendini beğenmeme, davranışlarını sorgulama gibi temel düsturlarla yetiştirilirler. Okulda ayna yoktur. Camekan önünden geçerken bile kendilerine bakmaları, süslenmeleri hoş karşılanmaz. Türk hocalar da rahibelerle benzer tutumlar içindedir. Behmoaras’ın eğitim aldığı yıllarda Müslüman öğrenciler çoğunluktadır (01:08:08). Evlerinde politik konuların konuşulduğuna şahit olmaz. Bu türden meselelerin çocukların önünde konuşulması hoş karşılanmaz. Çocukların o konularla ilgili soruları da cevapsız bırakılır (01:08:48). Eve düzenli olarak gazete alınmaktadır. Apartmanlarında Yassıada’ya götürülen bir Demokrat Parti milletvekili komşuları vardır. Ve ailesiyle yakın ilişkiler içindedir. Yassıada’da yargılananlar arasında başka tanıdıkları da bulunmaktadır. Behmoaras bu verilerden hareketle babasının iç politikayla ilgilendiği sonucunu çıkarır. Tek Parti dönemindeki uygulamaları sebebiyle İnönü’yü sevmemektedir. Behmoaras, 27 Mayıs öncesinde ilkokul öğrencisidir. Okulda, Menderes karşıtlarının haklı oldukları yönünde telkinler yapılmaktadır (01:10:57). Her akşam radyodan Yassıada saati dinlenir. Hayat Dergisi Adnan Menderes’in idam sehpasındaki fotoğrafını kapağına taşır. Behmoaras bu görüntünün kendisini çok üzdüğünü söyler. Radyoda her akşam İzmir Marşı çalınır ve mahkeme yayını başlar (01:12:17). Şişli’de, bir yetişkinin nezaretinde sokakta oynamalarına izin verilir. Anneannesi Moda’da, Koço’ya bakan Bostan sokakta oturmaktadır. Sokağın tamamen boş olması sebebiyle çocukların rahatça oynamaları mümkündür. Şişli’de mahalle ortamı yoktur. Kardeşi ve kuzenleriyle arkadaşlık eder (01:13:33). 1950’lerin Modası da boş bir yerdir. Herkesin birbirini tanıdığını hatırlar. Semtin en meşhur yerleri Koço’nun restoranı, tenis kortu, çocuk bahçesi ve iskeledir. Büyük annesi ahşap evlerle dolu bir sokakta yaşar. Komşuları arasında birçok Rum vardır. Geriye dönerek 6-7 Eylül’den sonra evlerindeki Rum yardımcının Atina’ya gittiği söyler (01:14:20). Anneannesi komşularıyla Rumca konuşmaktadır. Moda İskelesi'ne günde iki sefer vapur yanaşmaktadır. Anneannesinin evinin karşısında Sarıca ailesinin kullandığı Arif Paşa Köşkü vardır. Sarıca ailesinin, Varlık Vergisi döneminde ailesine çok yardım ettiği söylenmektedir. Hatice Alankuş aynı sokaktaki bir apartmanda yaşamaktadır. Alankuş, Behmoaras’ın anneannesinden piyano dersi almaktadır. Ressam Müzdan Arel de komşuları arasındadır. Arnavut kaldırımlı sokak pek değişmez. Sadece anneannesinin satılan evinin yerine bir apartman yapılır. Ulaşım araba vapuru ile sağlanmaktadır. Köprü yapıldıktan sonra dolmuş hattı açılır (01:18:20). Babası 1950’li yılların ortalarında bir otomobil alır. Trafik kurallarına pek riayet edilmediğini hatırlar. Küçük yaşlardan itibaren babasının yanına oturup 12-13 yaşlarında araba kullanmayı öğrenir (01:19:26). Çok küçük yaşlarda bentlere piknik yapmaya gittiklerini söyler. Restoranlar yaygın değildir. Boğaz’a, Zeynel dondurmacıdan dondurma yemeğe gidilir. Denize girmek içinse Kilyos, Şile, Polonezköy ve Florya tercih edilmektedir. Polonezköy’de 1960’ların ortalarına kadar elektrik yoktur. Kiraladıkları pansiyon gaz lambasıyla aydınlanır (01:21:28). Benzer şekilde döşenen evlerin dekorasyonları çok özenli değildir (01:22:18). Evlerinde annesine ait bir piyano vardır. (01:22:40). Annesinin teşvikiyle erken yaşlardan itibaren okuma kültürü edinir. Yazı yazmaya da yine annesinin ailesi teşvik etmiştir. Müzik, hayvan ve kitap sevgisini ailesinden alır. Evlerinde her zaman bir kütüphane vardır (01:24:56). Kıyafet alışverişi Atalar, Vakko ve Nehir mağazalarından yapılmaktadır. Ayrıca eve gelen terzilere dikiş diktirilir. Kıyafette çok çeşitlilik olmayıp tüketim kültürü 1960’lı yıllardan sonra başlar. Annesinin güzel giyindiğini ancak modayı takip etmek gibi kaygısı olmadığını belirtir. Kendisine saygısı olan 30 yaş üstü bir kadının alışverişe giderken farklı, öğleden sonra çaya giderken farklı giyinmesi gerektiğini kaydeder (01:27:30). Jean pantolon 1960’ların sonlarında yaygınlaşmaya başlar. Giyimde yaş bölümleri önemlidir. Çocuklar, genç kızlar ve evli kadınlar giyimleriyle birbirinden ayrılır. 38 yaşındaki annesi kot pantolon giymek istediğinde tepki alır (01:28:43). Yahudiler arasında Türkçe isim koyulduğuna da rastlanmaktadır. Behmoaras’ın kardeşinin adı Metin’dir. Bu tercih herhangi bir baskı ya da yönlendirmeden kaynaklanmamaktadır (01:30:20). İkinci eşiyle, eşinin kızkardeşi aracılığıyla tanışır. Yahudi Cemaati içinde de çevrenin ya da büyüklerin gençleri birbirine uygun bularak evliliğe teşvik ettiğini söyler. Ancak görücü usulü kadar katı ve doğrudan değildir. Kadın erkek ilişkileri Müslümanlara kıyasla daha rahattır. Belli bir saatte dönmek şartıyla erkek arkadaşlarıyla dışarı çıkar. Anne her durumdan haberdar edilirken babayla olan mesafe korunur. Gençler eğlenmek için diskoteke gitmektedir. En popüler mekan Taksim’deki Clup No 33’tür (01:33:42). Liseden mezun olduğunda 68 Olayları sebebiyle tedirgin bir ortam vardır. Üniversiteye devam etmek istemez. 1970’li yılların başına kadar devam eden çatışmalar sebebiyle pek çok arkadaşı eğitimini yarıda kesmek durumunda kalır. Behmoaras, ailesinden eğitimine devam etmesi yönünde özel bir teşvik almaz (01:35:10). Öğrenci olaylarına dair en net hatırladığı olay Deniz Gezmiş’in asılmasıdır. Ülke genelinde huzursuz bir ortam vardır (01:36:40). 1970’te ağır bir kolera salgını yaşanır. Sokaklardan sürekli ambulans sirenleri duyulmaktadır. Evlerinde çiğ sebze ve meyve tüketilmemeye başlanır. Salgın sebebiyle birçok insan ölür (01:37:20). İstanbul’un değişimini geç fark ettiği kanaatindedir. Göç ve çarpık kentleşme, yaşadığı bölgeleri ilk yıllarda çok etkilemez. Şehrin dokusunu en belirgin şekilde değiştiren şeylerin başında köprü inşaatı gelmektedir. Köprü açıldıktan sonra otomobil sayısında ciddi anlamda artış yaşanır (01:37:18). Şimdi Şişli’ye gittiğinde bambaşka bir semt gördüğünü söyler. Aynı şekilde Moda da çocukluğundaki havasından çok uzaktadır. Şehir genelinde çok sayıda fast food restoranların ve kebapçıların olması dikkatini çekmektedir. Yiyecek sektörü sosyal hayatta çok büyük bir yer kaplamaktadır. Gençlik yıllarında İstanbul’da az sayıda restoran vardır. Yemek yemek için Yeşilköy’deki Ömür Lokantası'na ve Boğaz’daki bir balık lokantasına gidilmektedir. Değişim 1980’lerde kendini gösterir (01:39:46). 1980’lerde Nescafe içmeye başlandığını ve Özal devriyle birlikte önceden yasak olan şeylerin piyasada bulunduğunu ifade eder. Yiyecek sektörü de o tarihlerden itibaren yayılmaya başlar (01:40:55). Lise’den sonra çevirmenlik yapmaya başlar. Yabancı dil dersleri verir. Yazı hayatına ise çevirileriyle girer (01:41:53). 1973 yılında ilk evliliğini yapar (01:42:00). Yeminli çevirmenlik ve kitap çevirileri yapar. (01:42:35). Şalom Gazetesi için çevirmenlik yaparken bir yandan da Yahudi kimliğini tanımaya başlar. Gazetede 10 yıl kadar çalışır. Kitap yazmaya, söyleşi ve biyografi çalışmalarıyla giriş yapar (01:43:00). Çocukluğundan itibaren evlerinde gazete okunmakta, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri takip edilmektedir. Kendisi sonraki yıllarda Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl ve Şalom gazetelerinde çalışır (01:44:13). Hayatı boyunca İstanbul’da yaşar (01:44:25). Gençlik yıllarında Türkçe sözlü hafif müzik dinler. Ajda Pekkan hep çok popülerdir. Gençler; Fikret Kızılok, Hümeyra, Modern Folk Üçlüsü gibi isimleri dinlemektedir. Yeşilçam’ın meşhurları Ediz Hun ve Hülya Koçyiğit’tir. Çetin Altan’ın yazıları yakından takip edilmektedir (01:46:28). Dünya edebiyatıyla okulda tanışır. Ancak dünyadaki aktüel gelişmelerden habersizdir. Seyahat ve haberleşme imkanları sınırlı olduğu için Türkiye dışında neler yaşandığından haberdar değildir (01:48:30). Büyükannesinin dünyanın her yerinden mektup arkadaşları vardır. Onun kanalıyla dünyayla temas kurmaya başlar. Yabancı dergiler vardır ancak tüketim imkanlarının sınırlı olması sebebiyle satın almak çok kolay değildir (01:50:20). Telefonla görüşmek çok zor ve sınırlıdır. Behmoaras, henüz küçük yaşlardeyken bir iş seyahatine giden babasıyla telefonla görüştükten sonra heyecandan ateşlenir (01:51:52). Telefon evlerine, 1950’li yıllardan itibaren girer. Televizyonla ise 1970’lerin ortasında tanışır. O tarihlerde evlidir, evlerine küçük bir televizyon alınır. Yayın süresi sınırlı olduğu için televizyon hayatı sınırlayan bir unsur değildir. Yakınlar arasında televizyon buluşmaları yapılmaya başlanır. Sonraki yıllarda bu toplantılar yerini video buluşmalarına bırakır (01:53:42). Evlilikte erkeklerin kadınlardan birkaç yaş daha büyük olması tercih sebebidir. Behmoaras, 23 yaşında evlendiği için kendisine evde kalmış gözüyle bakıldığını belirtir. Kızlar için normal kabul edilen evlilik yaşı 19-20 aralığıdır. 21 yaşından sonra bebek sahibi olanlar yaşlı anne kabul edilir. Şimdi bu kabullerin çok değiştiğini söyleyen Behmoaras’ın gelini, 37 yaşında çocuk sahibi olur (01:55:22). Çok kısa süren ilk evliliğinde Nişantaşı’nda yaşar. İkinci evliliğinde ise Göztepe’yi tercih eder. Nişantaşı’nda bugünden daha az insan, iş yeri ve mağaza olduğunu kaydeder. Aynı değişim bütün şehir için geçerlidir (01:57:35). 1960’lı yıllarda yaz tatili için Büyükada’ya gidilmektedir. Ada’da ulaşım ve sağlık imkanları sınırlıdır. Son vapurdan sonra şehirle bağlantı kesilmektedir. Kendine has bitki örtüsü ve mimari dokusuyla dikkat çeken Ada'nın geçirdiği en büyük değişim, turist sayısındaki artıştır. Faytonla ulaşım sebebiyle atların kötü muamele gördüğünü kaydeden Behmoaras, faytonların yasaklanması gerektiği düşüncesindedir (02:01:50). Büyükada’da çok fazla Rum ve Yahudi yaşamaktadır (02:02:50). 12 Eylül darbesine sevindikleri için mahcubiyet duyduğunu kaydeder. Darbe öncesinde çok gergin bir ortam vardır. Eşi ve çocukları iki kez silahlı çatışmaya şahit olur. Darbeyi Büyükada’da öğrenirler. Televizyon’da Kenan Evren’i görüp ordunun yönetime el koyduğunu duyduklarında toplum genelinde bir rahatlama olur. Darbe siyasetinin ülkeyi geri götürdüğü ve özgürlüklerin kısıtlandığı fark edildikçe destek azalmaya başlar. Yaşadıkları sokakta askerin dur emrine uymayan bir vatandaş vurulur (02:07:00). Turgut Özal dönemindeki liberal politikalar da sevinç sebebidir. Önceki yıllarda nescafe bile tezgah altından satılmaktadır. Yaşanan serbestliğin çocuksu bir mutluluğa sebep olduğunu söyler (02:07:42). 1980 öncesi yokluk yıllarıdır. 1978’de, Bülent Ecevit’in iktidarı döneminde elektrik, su ve gaz kesiktir. Göztepe’deki evlerine bir soba kurulur. Çocukların mamalarını sobanın üzerinde ısıtıp mum ışığında yedirir. Su kesintisi normal karşılanmaktadır. Aktığı saatlerde su toplanır ve kovalardan kullanılır. Aygaz, margarin kuyruğu gibi şeyler rutin kabul edilmektedir. Fueloil olmadığı için kaloriferler yanmamaktadır (02:09:30). Yahudi Cemaati de diğer azınlıklara yönelik olumsuz politikalardan etkilenmektedir. Rumlara yönelik tepkiler daha görünürdür (02:10:52). Yahudi Cemaati her zaman ortasağ politikaları destekler ve asla CHP’ye oy vermez (02:11:18). 20 yıl kadar Göztepe’de yaşadıktan sonra Kuzguncuk’taki yalıya taşınırlar. Avrupa Yakası’nda Yahudi Cemaati ile sınırlı bir çevreden sonra daha kozmopolit olan Göztepe’de yaşamaya başlar. Çocuklarını da özellikle karma bir devlet okuluna gönderir (02:12:37). İkinci eşi Mişel Behmoaras’la 1976 yılında evlenir. Annesi Ukraynalı bir Aşkenaz’dır ve Türkiye’deki hayata uyum sağlayamamıştır. Jak ve Eytan isimli iki oğlu vardır. Geleneklere bağlı olarak Jak’a büyükbabasının ismi verilir (02:14:10). Yalı hayatının şehir hayatından bir farkı olmadığını kaydeder. Daha çok yardıma ihtiyacı olduğu için bahçe işleriyle ilgilenecek birini çalıştırmaktadır. İstediği kadar hayvan besleyebilmek gibi bir avantajı söz konusudur. (02:15:00). Hayatında Türkiye Cumhuriyeti ve Yahudi kimliğinin öne çıktığını söyler. Dünyaya daha açık yaşayan çocuklarında bu kimliklerin zayıfladığını gözlemler. Londra’da yaşayan oğlu bir Çinli'yle evlidir (02:16:37). Lizi Behmoaras kendisini Türk olarak tanımlamaz. Toplumsal algıda Türklüğün Müslümanlıkla eş anlamlı olduğunu düşünmektedir. Ailesi, çocuklarının Yahudilik aidiyetine çok önem vermez. Kendisi de çocuklarına özel bir kimlik bilinci aşılamaz (02:18:10). Hayatı boyunca İstanbul’dan başka bir yerde yaşamayı düşünmez. Bütün kitaplarında İstanbul’un bir semtini konu edinmektedir (02:18:35). 15 Temmuz kalkışmasını Londra’dan arayan oğullarından öğrenirler. Yakınlardaki eğlence mekanlarından müzik sesi gelmektedir. Bu sebeple darbe olduğuna ihtimal vermezler. O gece denizde bir hareketlilik dikkatlerini çekmez. Geceyi televizyon karşısında geçirirler. 12 Eylül darbesini desteklemiş olmanın mahcubiyetiyle 15 Temmuz’a ilk andan itibaren karşı çıktıklarını dile getirir (02:21:40).
İslam Seçen ile sözlü tarih görüşmesi
Seçen, İslam; 1936, Priştine; T.C.; Erkek; Mücellit; Adlı, Ayşe
İslam Seçen, 1936 yılında Kosova’nın Priştine şehrinde doğar. Çocukluğu II. Dünya Savaşı döneminde geçer. Tarımla uğraşan ailesi tarlalara ekim yapamaz. Yaşanan yokluk nedeniyle Prizren’e taşınma kararı alınır. 1940’ta, şartlar düzelince Priştine’ye geri dönerler. Seçen, aynı sene okula başlar (01:36). Ortaokulda güzel resim yaptığını fark eden bir hocası tarafından resim bölümüne yönlendirilir. İpek (Peç) şehrinde resim ve heykel eğitimi alır (02:50). Aile 1956 yılında Türkiye’ye taşınır (02:55). II. Dünya Savaşı yıllarında sokakta, cesetler arasında oyun oynadığını hatırlamaktadır (03:30). Varlıklı bir aileye mensup olan babasının özel okullarda okuduğunu ve Mareşal Tito zamanında devlet hazinesinin muhasebesini tuttuğunu anlatır (04:25). Savaş yıllarında yiyecek karneye bağlanır. O yıllarda aç yatıp aç kalktıklarını hatırlamaktadır. Defter, kitap bulmak da imkansızdır. Eğitim Bakanlığı 10 öğrenciye 1 kitap göndermektedir. Seçen, yokluğa rağmen iyi bir eğitim aldığını düşünmektedir (05.55). 6 yaşında jimnastiğe başlar ve Avrupa çapında jimnastik müsabakalarına katılır (06:10). Spor hayatına futbolla devam eder ve Kosova milli takımında oynar (06:33). Akademide Fransız bir hocadan resim dersleri alır. Hocasının eğitim yöntemi ile ilgili bir hatırasını aktarır. Aktif ve başarılı bir öğrenci olarak spor faaliyetlerine de devam etmektedir (09:46). Komünist sistemin Müslümanlara yönelik baskıcı tavrı sebebiyle 1956’da Türkiye’ye göç etme kararı alırlar. Babası, kalmaları durumunda öldürülme tehlikesi yaşayacaklarını aileden gizler (10:13). İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolur. Vefatına kadar bir arada olacağı hattat, müzehhip Emin Barın’la tanışır. Eğitimine Emin Barın atölyesinde devam eder. Barın’ın teşvikiyle klasik Osmanlı ciltçiliği çalışmaya başlar (12:00). Öğrencileriyle yakından ilgilenen Barın, Seçen’in bütün ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenmektedir (12:40). Akademide ayrıca Necmettin Okyay ve oğlu Sacit Okyay’dan klasik Osmanlı cilt sanatı dersi alır. Klasikle birlikte modern cilt yapmayı da öğrenir (13:45). Seçen, ailenin Balkan Harbi döneminde Priştine’den ayrılmamasını, mal varlıklarını geride bırakmak istememelerine bağlar. O yıllarda ağalık sistemi hala devam etmektedir ve ailenin 12 köyü vardır (14.20). Babası Ali Bey 1977’de kalp rahatsızlığı sonucu vefat eder (14:45). İslam Seçen, çocukluğunda Priştine nüfusunun yarısından fazlasının Türk olduğunu hatırlar. Prizren ve Üsküp’te de yoğun bir Türk nüfusu vardır (15:05). Okulda Sırpça eğitim alan Seçen, iyi derecede Sırpça bilmektedir. Evlerinde Türkçe konuşulduğunu ancak çocukluğunda öğrendiği lisanın, İstanbul Türkçesi'nden çok farklı olduğunu dile getirir. İstanbul’a geldiğinde şehirde kullanılan dili konuşmakta zorlanır (15:50). Akademiden mezun olduktan sonra askere gider (16:02). Kültür Bakanlığı 1960 yılında Süleymaniye Kütüphanesi’ne eleman alımı için kadro açar. Emin Barın’ın tavsiyesiyle yeni kurulan restorasyon atölyesinde çalışmaya başlar. O tarihlerde kütüphanelere yeterli kaynak sağlanamamaktadır. Ağır fiziki şartlar altında çalışmak gerekmektedir (17:20). Kütüphane’nin girişinde tabela yoktur. Seçen, yine Emin Barın aracılığıyla tanıdığı Berç Usta olarak bilinen Berç Toroser’e bir tabela yazdırır. Bakanlıktan tabela için gerekli ödeme gelmediğinden tabelanın parasını Çelik Gülersoy öder (17:45). Kütüphanedeki eserlerin durumu hakkında da bilgiler veren Seçen, rutubetten erimiş, kurtlanmış eserlerin kurtarılması gerektiğini kaydeder. Teknik malzeme yetersizliğine rağmen ellerinden geleni yaparlar (18:20). Süleymaniye Kütüphanesi’nde 27 sene çalışır (18:25). Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra Kırklareli’nde topçu olarak askerlik yapar. Askerden sonra kendi işini yapmayı düşünmektedir ancak teklif üzerine Süleymaniye Kütüphanesi’ne döner. Kütüphane müdürü Halit Dener’in vesilesiyle mesai arkadaşı Şeyma Hanım’la evlenir (19:00). Halit Dener’den sonra Muammer Ülker ve Nevzat Kaya’nın müdürlüğü döneminde de Süleymaniye’de çalışmaya devam eder (19:10). Eskiden tek müdürün idare ettiği kuruma başkanlık sistemi getirildikten sonra, 5 yönetici atanır (19:20). Seçen, Süleymaniye’nin yazma eserler açısından doğu kütüphaneleri arasında ilk sırada olduğunu belirtir. Görev yaptığı dönemde koleksiyonda 150 binden fazla yazma eser bulunmaktadır. Toplam eser sayısı ise 300 bin civarındadır (19:50). Arşivin çok önemli olduğunu kaydeden Seçen’e göre arşivi yok olan millet yok olmaya da mahkumdur. (20:12). Kütüphaneye maddi manevi çok emek verir. Mecbur kaldığında kendi parasıyla altın ve deri alıp çalışmaya devam eder. O yıllarda valilikten gönderilen tahsisat yapılan işin yanında çok yetersiz kalmaktadır. Günümüzde şartların çok iyi olduğunun altını çizer. Osmanlı nakışhanelerinde 40 kişinin çalıştığını hatırlatan Seçen, bugün restorasyon atölyesinde de aynı sayıda çalışan olduğunu duyar. Belli bir mesafe kat edilse de henüz istenen seviyeye gelinemediğini belirtir. Seçen’in kütüphanede görev yaptığı dönemde restorasyon atölyesinde 12 kişi çalışmaktadır (21:25). Kütüphaneden ayrıldıktan sonra üniversiteye döner. 2002 yılında yaş haddinden emekliye sevk edilir (21:40). Kütüphaneden ayrıldığında hala yapılacak çok iş olduğunun altını çizer. Eleman ve ücret azdır. Olumsuz fiziki şartlar sebebiyle sağlık sorunları yaşanmaktadır. O yıllara yönelik eleştirileri haksız bulduğunu dile getirir (22:40). 63 senedir klasik cilt yapan Seçen, sahip olduğu tecrübeye dayanarak günümüzde yapılan çalışmaları hatalı ve eksik bulur (22:55). 1969’da Portekiz hükümeti, Kültür Bakanlığı aracılığıyla kütüphanelerindeki kitapları yenileyecek bir ekip ister. Emin Barın’la birlikte eserleri görmek için Lizbon’a giderler. Kütüphanedeki İslam eserleri su altında kalmış ve çok hasar görmüştür. İki ay süren ilk ziyarette örnek çalışmalar yapılır. Seçen, 32 sene boyunca Lizbon’a düzenli olarak gider ve restorasyon çalışmaları yapar. Bir esere yaklaşık 1,5 ay zaman ayırmaktadır. Çalışmalardan çok memnun kalan Portekiz Hükümeti, İslam Seçen’e vatandaşlık teklif eder. Seçen, teklifi yeni evlendiği için kabul etmediğini ifade eder (27:25). Mimar Sinan Üniversitesi’nde alanında yetkin öğrenciler yetiştirir. Öğrencilerinden Habip İşmen’in cilt konusunda uzman olduğunu kaydeden Seçen, akademideki ortam giderek değiştiği için okuldan uzaklaşır. Emekli olduktan sonra bir müddet ücretli olarak ders vermeye devam eder (28:15). İSMEK’ten gelen teklif üzerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin meslek edindirme kurslarında ders vermeye başlar. 8 yıldır devam eden kurslar sayesinde her yaştan ve her meslekten insana cilt dersi verir (28:55). Küçükçekmece Belediyesi ve Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi’nden gelen teklifleri de kabul eder. Üniversitede Cilt Ana Sanat Dalı’nı kurar. Haftanın 7 günü ders vermeye devam eden Seçen, 3 gün üniversitede, 3 gün İSMEK’te ve 1 gün de Küçükçekmece’deki kurslara nezaret eder (30:10). Klasik Osmanlı cilt sanatının çok incelikli bir alan olduğunu belirtir. Avrupa ülkelerindeki sanatçılar sık sık kendisini ziyaret eder. Kendisi de hem çalışmalara katılmak, hem de kütüphaneleri tetkik etmek için çok sayıda yurtdışı seyahatine çıkar (31:30). Seçen, sürekli üretmeyen kişinin sanatkar sayılamayacağını ve sanatın ilerlemesi için disiplinli çalışmak gerektiğini vurgular (31:55). Tekrar Türkiye’ye göç hikayelerine değinen Seçen, ailesinin İstanbul’a geldiğini ancak geride akrabalarının ve tanıdıklarının kaldığını ekler. Hala İstanbul’a ilk gelişlerinde yerleştikleri Kocamustafapaşa’da ikamet etmektedir. 1950’lerin Kocamustafapaşası küçük bir yerleşim yeridir. Bölgede ahşap evler çoğunluktadır. 1950’lerin İstanbul’unu tarif eden Seçen, İstanbul’un o tarihlere kıyasla yüzde 99 değiştiğini belirtir. Şehirle birlikte insanların da değiştiğini gözlemler. 650 bin nüfuslu şehirdeki binaların çok azı günümüze ulaşır (33:22). İstanbul’a yeni geldiği zamanlarda eğitim kalitesinin yüksekliği dikkatini çeker. Okul sayısı arttıkça eğitim kalitesinin düştüğünü ve bilginin okullarla sınırlı tutulmasının sakıncalı olduğunu dile getirir. Seçen, öğrenciliğin meslek hayatına atıldıktan sonra başlayıp ölene kadar devam etmesi gerektiğini düşünür (35:00). Küçük kardeşi eğitimini Almanya’da tamamlar ve Mercedes fabrikasında çalışmaya başlar. Kardeşiyle Almanya’ya yerleşmeyi düşündüğünü ifade eden Seçen, anne ve babası burada yaşadığı için vazgeçer (35:43). Ailesinin İstanbul’a kolay alıştığını ve babasının Balkan Savaşı döneminde de geldiği İstanbul’a yabancı olmadığını söyler. Dedesi İbrahim Ağa, Seçen’in babasını ev almak için İstanbul’a gönderir. Aksaray’da, bahçesinde şadırvanı olan bir konağın 3 bin liraya satıldığını ancak babasının parası yetmediği için evi alamadan geri döndüğünü anlatır (36:31). Zenginlik hedefi olmadığını ve meslek hayatı boyunca işlerin yürümesi için cebinden para harcadığını belirtir (37:20). Eşini 2000 yılında kanserden kaybeder. İlk yıllarda çok zorlansa da şu anda yalnızlıktan şikayeti olmadığını ifade eder (37:40). II. Dünya Savaşı yıllarında Priştine camilerinde dini eğitim verilmektedir. Din eğitimi yasak olduğu için camiye büyük bir gizlilik içinde gidip gelirler. Polis baskınlarında da kitaplarını gizlemektedirler (38:20). Camide verilen eğitim yetersiz olduğu için aileler çocuklarını devlet okullarına göndermeye mecbur kalır. Ailelerin üzerinde büyük bir baskı vardır. Yaşananlara ancak büyüdükten sonra anlam verebildiğini ancak konuşmak ve eleştirmek yasak olduğu için gençlerin de büyükler gibi susmak zorunda kaldığını belirtir. Çünkü komünist sistemde can güvenliği yoktur (39:10). Ailesi Türkiye’ye göç etmeye karar verdiğinde spor alanındaki başarıları çevresi tarafından fark edilen Seçen’in kalması ve spor kariyerine devam etmesi için ısrar edilir. Ancak o, ailesinden ayrılmayı kabul etmez (39:45). Uzmanlığın önemine inandığı için sanat dışında herhangi bir alanda fikir beyan etmediğini belirtir (40:32). Dünya harbi döneminde Kosova’da hayat alt üst olur. Yahudi soykırımına da şahitlik eden Seçen, bir haziran günü Yahudilerin evlerinden alındığını hatırlamaktadır. Aynı günlerde onların evi de basılır. Ancak gece baskınında kapısını kırarak girdikleri evin Müslümanlara ait olduğunu anlayan Alman askerleri, ertesin gün özür dilemek maksadıyla eve ceviz gönderir. Almanların Müslümanları çok sevdiğini belirten Seçen, SS Ordusu’nda Müslüman askerler olduğunu, Cuma günü tabur halinde namaza geldiklerini anlatmaktadır. Almanlar savaşı kaybedince işler tersine döner. Müslümanlar çok sayıda şehit verir. Caddelerde katliamlar yapılır. Geride kalan yetim çocuklar komünist sistemde yetiştirilip devlet hizmetinde kullanılır (43:50). Savaşın ardından 6 federasyondan oluşan bir cumhuriyet kurulur. Mareşal Tito öldükten sonra Rusya müdahale eder. Seçen, Yugoslavya Federasyonu’nun bugünkü halini komünist rejimle ilişkilendirmektedir (44:20). Bağımsız devletler kurulsa da Balkan ülkelerindeki Müslümanların sıkıntılarının devam ettiğini söyler. Bosna’da, Kosova’daki Müslümanlara yönelik şiddet ve kötü muamele sonraki yıllarda da devam eder. Seçen, Avrupa’nın Müslümanları sevmediğini düşünmektedir (45:47). Evlerinde babasının kitaplarından oluşan bir kütüphane vardır. Ancak siyasi baskılar ve korkular yüzünden çoğu yakılır. O günleri sıkıntıyla hatırlayan Seçen, bu konuda fazla konuşmak istemez. Kosova’dan ayrılırken Türkiye’deki yasaklar sebebiyle bazı kitaplarını yanlarında getiremezler. Kütüphaneden geri kalanlar da o günlerde dağılır (46:50). Ata topraklarını terk etmek zorunda kalmanın vatansız kalmak olduğunu ifade eder. Kosova’da doğmuş olsa da Türkiye’yi vatan kabul etmektedir. Vatan, istikbal vadeden yerdir ve Seçen, geleceğini Türkiye’de kurmuştur. Göç ettikten sonra Kosova’yla ilişkilerini sürdürse de Arnavutça bilmediği için kendisini orada yabancı hisseder (48:00). Tito döneminde yapılan toprak reformu sonrasında mal varlıklarına el konulur. Seçen, Türkiye’ye geldiklerinde yanlarında sadece 200 lira olduğunu kaydeder. Topraklarından kovulmuş gibi çıkarlar. Yaşadıklarını, günümüzde Suriyelilerin yaşadıklarına benzetir (48:45). Ailesi eğitimleri konusunda herhangi bir yönlendirme bulunmaz. Balkanlarda ailelerin çocuklarını serbest yetiştirdiklerini ve bu sebeple rahat bir gençlik yaşadığını söyler (49:40). Mareşal Tito döneminde öğrenciler devlet politikası gereği gezdirilmektedir. Seçen bu uygulamayı, ülkeyi tanıtma isteğine bağlar. Madenler, sanayi bölgeleri, tarım arazileri de bu geziler kapsamındadır (50:28). Çocukluğundaki Priştine’yi çok net hatırlayan Seçen, ailelerin bahçeli evlerde yaşadıklarını ifade eder. Bahçelerin birbiriyle bağlantısı vardır, böylelikle sokağa çıkmadan komşuya gidilebilmektedir. Bu ara geçişlere halk arasında kapıcık denilmektedir. Komşular arasında yakın bir ilişki vardır. Böylesi yakın ve saygılı ilişkilerin bir daha geri gelmeyeceği kanaatindedir. Bugün yaşadığı apartmanda komşular birbirine selam bile vermemektedir. İstanbul’a geldikleri yıllarda komşuluk ilişkileri İstanbul’da da yaşatılmaktadır. Seçen, değişimin 1960’lardan sonra başladığını belirtir (51:45). Günümüzde herkesin kendini kurtarmak peşinde olduğu fikrini taşımaktadır. Saygı çerçevesinde yürüyen ilişkilerin ortadan kalktığını ve ailelerin bile çok değiştiğini gözlemleyen Seçen, yeni ilişki biçimlerini yadırgadığını dile getirir (53:45). Televizyonun, radyonun, telefonun olmadığı devirlerde insanlarla daha yakın ilişki içinde olur. İstanbul’un elektriği Sütlüce’den sağlanır. Kesinti olduğunda direklere asılan fenerler devreye girer. Elektrik şebekesi yaygın olmadığı için 1960’lara kadar buzdolabı yerine tel dolap kullanılır. Yemekler günlük pişirilirken bozulma ihtimali olan yiyecekler de bahçelerdeki kuyulara sarkıtılır (54:26). Refah seviyesi düşüktür. 1950’lerin İstanbul’unda ayakkabı siparişle yaptırılmakta, gömlekler evlerde, kadınlar tarafından dikilmektedir. Pençeli ayakkabı, yamalı kıyafet giymek normaldir (55:05). 1902’ye kadar Balkan Türkleri ile Türkiye arasında tam bir kültür ve dil birliği olduğuna dikkat çeker. Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilişi aradaki bağın zayıflamasına sebep olur. Devlet yönetiminin Hıristiyanlara geçmesi Rumeli’deki Müslümanların huzurunu kaçırır. Hıristiyan komşuların Türkleri tehdit etmeye başladığını söyler ve babasının ilgili bir anısını anlatır (56:25). Afganistan'a gitmesinden ve oradaki Amerikalı'nın kötü tavrından söz eder. Türk'ün ilmi olduğunu, Türkleri çekemediklerini ve bütün dünya müzelerinin Türk eserleriyle dolu olduğunu belirtir (57:21). Çok çalışmanın başarıyı beraberinde getireceğini savunan Seçen, akademideki hocalarının talebeleri teşvik için çok hassasiyet gösterdiklerini anlatır. Necmettin Okyay ve Emin Barın talebelerinin çalışmalarını yakından takip etmekte ve eserlerini takdirle izlemektedir (58:23). Anıtkabir’deki ve metal paraların üzerindeki yazılar, Almanya’da eğitim alan, II. Dünya Savaşı döneminde Avrupa’da yarışmalara katılan ve olimpiyat kitabını hazırlayan Barın tarafından yazılır. Seçen, Barın’ın kıymetinin öldükten sonra anlaşıldığını dile getirir. Klasik sanatlarla ilgilenen herkesle yakın ilişkisi olan Barın’ın atölyesi sanatkarlar için buluşma mekanı niteliğindedir. Düzenli olarak toplanan meclise; Hafız Kemal Batanay, Rikkat Kunt, Muhsin Demironat, Ragıp Tuğtekin, Op. Dr. Sadi Berker, Adnan Menderes, Fahri Korutürk gibi isimlerin iştirak ettiğine şahitlik eder (59:55). Seçen, Emin Barın Cilt Atölyesi’nin İslam sanatlarının Türkiye’deki gelişiminde pay sahibi olduğunu düşünmektedir (01:00:05). Barın Han’ın üst katları matbaa makinası ve boyası Heidelberg firması tarafından kullanılmaktadır (01:00:35). Türkiye’de sanatkarlar arasında geçimsizlik olduğundan yakınır. Sahalarında yeteri kadar başarı gösterememeleri de bu uyumsuzluk sebebiyledir. Sanatkarların usta-çırak ilişkisi içerisinde yetişmesi gerektiğini düşünmektedir. Usta tek bir öğrenci yetiştirirken okullarda 10 öğrenci bir arada yetiştirilmektedir. Okulda öğrenci hocasını haftada bir gün görürken çırak her gün hocasıyla bir aradadır (01:02:02). Emin Barın’ın her öğrencisi atölyede hocalarıyla çalışır ve hatta gece gündüz atölyede kalan öğrenciler olur. Hocalarına ve işlerine aşk derecesinde bağlı olduklarını belirten Seçen, sanatın da bu aşktan doğduğunu dile getirir (01:04:00). Sacit Okyay’ın da aralarında bulunduğu bazı sanatkarlar ehl-i vukuf olarak mahkemelere hizmet vermektedir. İmzaların gerçekliği onların onayı sayesinde tescil edilmektedir. Seçen, bu mekanizmayı tehlikeli bulduğu için sadece bir kez mahkemeye gittiğini belirtir. Yanlış bir kararın insanların hayatında önemli etkileri olacağını düşünerek ehl-i vukuf olmayı kabul etmez (01:04:45). Sanatta ustalığın, detaylarda gizli olduğunu ifade eder. Hattatların çalışma disiplinine dair bilgiler veren Seçen, ustalıkla paralel olarak inceliğin de arttığını belirtmektedir (01:06:55). Emin Barın’ın geçmişte yaşadıklarını pek anlatmadığını belirten Seçen, yazı atölyelerinin kapatıldığını, hattatların büyük zorluklar içinde kaldığını hatırlar (01:10:35). Atölyede devrin önde gelen isimlerinin de katılımıyla sabaha kadar süren sohbetler yapılır. Seçen, hasta olduğu halde Perşembe günleri yapılan toplantılara gelen Şevket Rado’yla o sohbetlerde tanışır. Kemal Batanay, Japonya’dan gelen talebelerini de o meclislere getirmektedir (01:11:40). Perşembe sohbetlerini ilim irfan toplantıları olarak tanımlar. Meclise gelenler yeni öğrendikleri bilgileri ve gördüklerini birbiriyle paylaşmaktadır (01:12:20). Herkese açık olan bu toplantılara, katılan hocaların öğrencileri de gelmektedir. Öğleden sonra saat 13:00’te gelmeye başlayan misafirler saat 16:00 civarı dağılmaktadır (01:12:50). Klasik Osmanlı cildinin incelikleri konusunda da bilgiler veren Seçen, sahtiyan denilen oğlak derisi kullanıldığını kaydeder. Gözenek yapısı ve mukavemeti sebebiyle tercih edilmektedir. Zaman içinde nadiren de olsa diğer derilerin de kullanıldığı olur. Seçen, ciltte altın kullanımının Kanuni Sultan Süleyman döneminde başladığını ve Selçukluların altın kullanmadığı bilgisini verir (01:13:45). Şeyh Hamdullah’ın başından geçen bir olayı anlatarak Emin Barın’ın klasik meşk usulüyle ders yaptığını kaydeder (01:16:20). Klasik ciltte kullanılan altının kıvama gelmesi için arabi zamkla saatlerce ezilmesi gerekmektedir. Seçen, uzun süre ezilen altının daha parlak olduğu bilgisini verir. Kıvamının sudan daha ince olması gerekmektedir. Hazırlanan altın samur fırçayla kalıba basılmaktadır. Ciltlerin isimleri, kullanılan malzeme ve verilen forma göre değişmektedir. Değerli taşlarla süslenen ve daha çok saray için hazırlanan ciltlere murassa denilmektedir (01:17:45). Seçen, son yıllarda matbaacılığın ilerlemesinden duyduğu memnuniyeti dile getirir. Klasik sanatlar genel itibarıyla iyi bir çıkış yaşamaktadır (01:19:15). Uygun bir cilt için kitabın içeriğinin iyi tetkik edilmesi gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim sayfaları tek haneli rakamlara tekabül eden satırlardan oluşmaktadır. Mücellidin de bu hassasiyeti taşıması gerekmektedir. Aynı şekilde 10. padişah olan Kanuni’nin yaptırdığı Süleymaniye Camii’nin bütün süslemeleri de 10’ar motiften oluşmaktadır. Sanattaki inceliğe Süleymaniye’nin yapılışını örnek gösterir. Cami, 6 sene dinlendirilmeye bırakılan temel üzerine inşa edilmiştir (01:22:35). Seçen, beton binalar arasına sıkışan selatin camilerin görünür hale getirilmesini talep etmektedir. Bunun için camilerin etrafındaki yapıların yıkılmasını tavsiye eder (01:23:10). Estetiğin topyekün bir hayat tarzı olduğunu belirtir (01:24:55). 1950’li yıllarda Emin Barın, Necmettin Okyay, Kemal Batanay, Hamit Aytaç gibi hocaların çevresinde çok sayıda talebe vardır. Seçen, o yıllarda toplum genelinde eğitime yönelik yoğun bir talep olmadığını dile getirir. Üniversitelere girişte sınav yapılmamaktadır (01:25:36). Kendi öğrenciliğinde sınıfta kalma uygulaması olduğuna dikkat çeken Seçen, bu uygulamanın kaldırılmasını eleştirir ve bir anısını aktarır (01:27:55). Eğitimine sıkıntılar içinde devam eder. Bütün parasıyla kalem aldığı için aç yattığı, araba lastiğini silgi olarak kullandığı günler yaşar. Bugün var olan imkan ve malzemenin sanatın ilerlemesine vesile olması gerektiğini düşünmektedir (01:28:40). Maddi imkanların yetersizliğinin, insanları ahlaki zaaf göstermeye ve tembelliğe sevk ettiği fikrindedir. Özellikle nüfus yoğunluğunun fazla olduğu yerlerde problemlerin arttığını gözlemler. İstanbul’un bugünkü halini kontrolsüz nüfus artışına bağlar (01:31:33). El sanatlarının gelişiminde öncelikli sorumluluğun Kültür Bakanlığı’nda olduğunu belirtir. Malzeme çeşitliliği ve uygulama zorlukları sebebiyle cilt sanatı diğerlerine kıyasla daha az ilgi görmektedir. Seçen, akademik unvanın sanatta yetkinlikle aynı anlama gelmediğinin altını çizer (01:34:25). Unutulmaya yüz tutan sanatlar konusunda hassasiyet gösterilmesini isteyen Seçen, ustalık azaldıkça uygulama tekniklerinin de unutulduğunu hatırlatır (01:35:20). İcazet geleneğinin tüm klasik sanatları kapsadığı fikrinin hatalı olduğunu vurgular. Sadece hat sanatında icazet verilmesi geleneği vardır. Diğer sahalarda ancak diploma ya da sertifika gibi bir belgenin verilmesi söz konusu olabilir. Bu ayrımın sebebi, diğer sanatlarda hata payı varken yazının hata kabul etmemesidir (01:37:40). Güzel Sanatlar Akademisi’nde Muhsin Demironat, Rikkat Kunt gibi mühim insanları tanıma fırsatı bulur (01:38:10). Hocalarının yerinin dolmadığı kanaatini taşıyan Seçen, destek olunmadığı için yeni üstatların da yetişmediğini kaydeder. Süleymaniye Kütüphanesi’ne 25 sene sonunda ıstampa alınması buna örnek teşkil etmektedir. O vakte kadar kol kuvvetiyle çalışmak zorunda kalır. Yeniden kütüphanedeki çalışma şartlarının yetersizliğine değinerek tahsisat gelmediği için iş yapamadıkları günleri anlatır (01:40:50). Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki şartlar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarından sonra düzelmeye başlar. Açılan kurslar ve bölümler sayesinde kaybolmaya yüz tutan ilgi yeniden canlanır. Yerel yönetimlerin teşviki ve maddi desteği, her yaştan ve meslekten insanın klasik sanatlara ilgi duymasına sebep olur (01:44:10). Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde ve Dekan Hüsrev Subaşı’nın teklifiyle açılan ana sanat dalını çok önemli bulmaktadır (01:44:55). Klasik sanatların 15 senelik mazisi olduğunu söyleyen Seçen, o tarihe kadar sanatların sadece adının anıldığını düşünmektedir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan 300 bin eserin kaderine terk edilmesi bunun delilidir (01:46:00). Kullanılmayan kitapların daha hızlı ve kolay yıprandığına dikkat çeker. Buna mani olmak için kütüphanelerdeki kitapların hiç olmazsa senede bir kez havalandırılmaları gerekmektedir (01:46:55). Türkiye’de, çalışan insanın sevilmediğini tecrübe eden Seçen, günümüz gençliğinin de çalışmayı sevmediğini vurgular. Tecrübenin insanı olgunlaştırdığını ve güçlendirdiğini ifade eder. Sonraki nesillerin pek çok şeye kendilerinden daha kolay erişmeleri, hayat tecrübesi kazanamamalarına sebep olur. Kızların okula gönderilmelerini ve meslek sahibi olmalarını önemser (01:51:15). Öğrenci sayısı az olan Emin Barın, yalnızca İslam Seçen’i mücellitliğe yönlendirir. Kütüphaneleri ve koleksiyonların durumunu iyi bilen Barın, ihtiyacı öngörerek öğrencilerini ihtisaslaşmaya sevk eder. Yaptığı işten büyük zevk alan Seçen, dünyaya bir daha gelse aç kalma pahasına yine aynı mesleği seçeceğini belirtir (01:52:30). Emin Barın’ın günümüzde yaşayan en yaşlı öğrencisi kaligrafi sanatçısı Ethem Çalışkan'dır. Farklı alanlarda uzmanlaşmaya yönlendirdiği beş öğrenciden diğer üçü; İlhami Turan, Yılmaz Özbek ve Savaş Çevik’tir. Okul haricinde atölyeye de devam ederler. Seçen, Emin Hoca’nın yumuşak karakterinin işlerini sevmelerinde önemli payı olduğunu düşünmektedir (01:53:50). Hocalara talebelerinin kıymet kazandırdığını dile getiren Seçen, öğreticilerin pedagojik formasyon sahibi olmaları gerektiğini savunur (01:56:00). Adını saydığı öğrenciler Emin Barın’ın akademide yetiştirdiği son kişilerdir. Hat ve cilt bölümleri, 1960 yılında kapanır. Barın, grafik bölümünde ders vermeye devam eder. Derslerin devam ettiği dönemde devrin önemli hattatları haftada bir öğrencilerle birlikte meşk etmek için akademiye gitmektedir. Seçen, bu çalışmalara katılan hattatlar arasında Halim Özyazıcı, Hamit Aytaç ve Hasan Çelebi isimlerini sayar (01:57:40). Akademinin, hat ve cilt bölümlerini kapatmasını öğrenci olmamasına bağlar. Cilt bölümü, 1976 yılında yeniden ana sanat dalı olarak açılır. Emin Barın, Muhsin Demironat, Rikkat Kunt ve İslam Seçen göstermelik bir sınava tabi tutulur ve bölüme hoca olarak atanır (01:58:35). Yetiştirdiği çok sayıda öğrencinin profesör olduğunu kaydeden Seçen, yabancı olması sebebiyle akademik unvan alamaz (01:58:50). Hayatındaki en önemli erdemin çalışmak olduğunu ifade eden Seçen, çalışmalarını evinde de sürdürmektedir. Öğrencilerine çalışma disiplini üzerine anlattığı bir hikayeyi paylaşır (02:02:30). Emin Barın’ın vefatına kadar atölyesinde hocasıyla birlikte çalışır. 1987’de 74 yaşında vefat eden Barın’ın ailesiyle halen yakın ilişki içindedir (02:03:35). Matbaaların Surdışı’na taşınmasıyla Barın Han’daki faaliyet de yavaşlar. Dönemin politik simaları da Emin Barın’la temas halindedir. Devlet erkanı, resmi niteliğe sahip beratları Barın’a yazdırır. Hocasından sonra İslam Seçen de diploma, sertifika gibi belgelerin yazımını sürdürür (02:06:55). Kaligrafi sanatını Ethem Çalışkan ve Savaş Çevik devam ettirmektedir. Seçen, Emin Barın’ın Yılmaz Özbek’in yazılarını çok beğendiğini hatırlatır (02:08:15). Akademi’deki tüm hocaların öğrencileriyle yakın bir ilişkisi vardır. Seçen’e göre öğrenciler de ölçülü ve saygılıdır. Kendilerinin takım elbiseyle okula gittiklerini söyleyen Seçen, şimdi öğrencilerin hocalara yol vermediğinden yakınır (02:09:53). Tanıdığı mühim şahıslardan biri de Süleymaniye Kütüphanesi eski müdürü Muammer Ülker’dir. Birikimi ve eserlere hakimiyetiyle tam bir kütüphaneci olarak kabul ettiği Ülker’den övgüyle bahseder. Günümüzde liyakat konusunda sıkıntılar yaşandığını düşünmektedir (02:11:07). Süleymaniye Kütüphanesi’ne seçkin araştırmacılar gidip gelmektedir. Salon küçük olduğu için sınırlı sayıda araştırmacıya hizmet verilebilmektedir. Tüm eserlerin kıymetli olduğunu ifade eden Seçen; hat, tezhip, katı ve minyatür sahasında paha biçilmez bir koleksiyona sahip olduğumuza işaret eder (02:12:40). Geleneğe göre, gözü yorduğu için beyaz kağıda yazı yazılmadığı ve bu sebeple kütüphanedeki eserlerin aharlı kağıtlara yazıldığı bilgisini verir (02:13:15). Süheyl Ünver’in, aher formüllerinin unutulduğundan yakındığına şahit olur (02:13:40). Her malzemenin kağıt üzerindeki etkisi farklı olmaktadır. Mürekkep üretiminde de geleneksel formüller unutulur. Aynı zamanda kimyager de olan Mimar Sinan’ın Süleymaniye’ye is odası yaptığını dile getirir (02:15:30). Klasik sanatlarda kullanılan geleneksel metotlar hakkında bilgiler veren Seçen, atölyede teknolojik imkanlardan da yararlandıklarını dile getirir. Kağıdın ve cildin ömrünü uzatmak için kullanılan çeşitli malzemeler bulunmaktadır. Selülozlu kağıtların asitli oldukları için daha çabuk deforme oldukları yönünde yorumlar olduğunu belirten Seçen, kütüphanelerde yüzlerce yıllık eserlerin bu kanaati çürüttüğünü kaydeder (02:19:40). Seçen, klasik sanatlar için kullanılan bazı aletler ve terimler hakkında da bilgiler verir (02:21:20). Cilt sanatında farklı niteliklerde uygulamalar olduğunu belirtir. Kitaplara, yazıldığı dönemlere ve içeriklerine uygun cilt yapılması ve yazma eserlerle matbu olanların aynı şekilde ciltlenmemesi gerektiğine dikkat çeker (02:26:30). Seçen’e göre yazma eserler bulundukları yerde muhafaza edilmelidir (02:27:22). Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştığı yıllarda Hazreti Osman döneminde yazılmış bir Kur’an-ı Kerim’i elden geçirir. Eser, Bursa’dan İstanbul’a kurşungeçirmez bir zırhlı araçla getirilmiştir. Kıymetli eserlerin varlığının insan hayatı kadar değerli olduğunu düşünen Seçen, bu sahada ihmale yer olmadığı kanaatindedir (02:27:55). Yurtdışında gördüğü kütüphanelerle Türkiye’yi mukayese eder ve yurtdışında eserlerin çok iyi muhafaza edildiği kanaatini paylaşır (02:31:20). Ders aldığı hocaları izleyerek yıpranmış eserlerin nasıl kurtarılacağını görür. Kemal Batanay ve Emin Barın ile yaşadığı iki olayı aktarır (02:32:55). Akademiye devam ettiği yıllarda hocalar öğrencileriyle yakından ilgilenmektedir. Muhsin Demironat, Mithat Sertoğlu, Şevket Rado gibi isimlerden sanatı haricinde de çok şey öğrenir (02:34:43). Emin Barın’ın vefatından sonra, 1990’da matbaa Çemberlitaş’taki handan taşınır. O tarihlere kadar Hürriyet, Milliyet, Tercüman gibi gazetelerin matbaaları da Cağaloğlu’ndadır (02:35:25). Seçen, Bizans’tan sonra Osmanlı ve Cumhuriyet’in İstanbul’da denizi doldurarak haritayı değiştirdiğini kaydeder (02:36:22). Galata Köprüsü, ilk yapıldığında bugünkü yerinde değildir. İslam Seçen, köprünün 10 metre kadar kaydırılarak bugünkü yerine getirildiğini belirtir (02:36:45). 1950’lerde İstanbul’un güvenli bir şehir olduğunu söyler. Kadınlar gece rahatlıkla dışarıda olabilirken şimdi kendisi akşam saatlerinde dışarı çıkmaktan korkmaktadır. Şehrin uzunca bir süre ihmal edildiğini söyleyen Seçen, sorumluluğun yerel yönetimlerde olduğunu kaydeder (02:37:20). Tarihi yapıların restorasyonunu çok önemsemektedir. (02:37:35). Zaman içinde şehrin altyapısında da kayda değer gelişmeler olur. Seçen’e göre günümüzde en önemli sorunlardan biri güvenlik açığıdır. Gece bekçiliği kurumunun yeniden ihdas edilmesi gerektiğini savunur (02:39:02). Yeniden altyapı meselesine dönerek ağaçların budanmadığı, çöplerin haftalarca sokaklardan alınmadığı günlerin unutulduğu kanaatindedir. 1960’tan sonra, 1970’li ve 1980’li yıllar boyunca aynı sorunlar yaşanır. Seçen, siyasi istikrarsızlığın refahın önünde engel olduğunu belirtir. Terör sebebiyle vatandaşlar da uzun yıllar boyunca sıkıntılar çeker. Gazete okumak bile terörist gruplar tarafından hedefe konulma sebebi olabilmektedir (02:41:05). 1960 İhtilali yaşandığında okuldadır, o gece eve dönemez. Yassıada Mahkemeleri’ndeki suçlamaların gerçekçi olmadığını ve Hasan Polatkan’ın intiharını da şüpheli bulduğunu belirtir (02:42:35). Demokrat Parti iktidarını başarılı bulan Seçen, darbenin dış etkilerle yapıldığını söyler. 1980 İhtilali’nde de birçok insanın mağdur olduğuna şahitlik eder. O günlerde sokağa çıkmayı ölüme gitmeye benzetir. 1980 İhtilali öncesinde Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalışmaktadır. Birkaç kez polisten kaçan eylemcilerin kütüphaneye saklandıklarını görür (02:46:05). Kütüphane’de tüm çalışanların işlerine özveriyle bağlı olduklarını kaydeder. Maddi imkanları çok kısıtlıdır. Öğle yemeklerini evlerinden sefer tasıyla götürürler (02:47:00). Yaşanan birtakım sıkıntılar sebebiyle Süleymaniye Kütüphanesi yetkililerine kırgınlığını dile getirir. Kitaplarla ilgili bir sorun yaşandığında herkes şüphe altında kalmaktadır. Muammer Ülker’in müdürlüğü döneminde Süleymaniye Kütüphanesi’nden ceylan derisi üzerine yazılmış bir Kur’an-ı Kerim çalınır. Güvenlik görevlisi olmadığı için giren çıkanı kontrol etmek hademenin vazifesidir. Bu açıktan yararlanan kişiler yazma eserin 12 yaprağını çalar. Türkiye’de bulunamayan kayıp sayfaların Londra’da bir müzayedede satıldığını öğrenir (02:50:50). Süleymaniye bölgesi hakkında bilgiler vererek kütüphanenin gecekondularla çevrili olduğunu, kütüphaneye giden yollarda lağım farelerinin dolaştığını ve caminin ve bahçesinin çok bakımsız olduğunu anlatır.
The Oxford handbook of oral hıstory
(Oxford University Press, 2011) Donald, A. Rıtchıe
The Oxford Handbook of Oral History brings together forty authors on five continents to address the evolution of oral history, the impact of digital technology, the most recent methodological and archival issues, and the application of oral history to both scholarly research and public presentations. The volume offers diverse perspectives on the current state of the field and its likely future developments. Some of its chapters survey large areas of oral history research and examine how they developed; others offer case studies that deal with specific projects, issues, and applications of oral history. From the Holocaust, the South African Truth and Reconciliation Commissions, the Falklands War in Argentina, the Velvet Revolution in Eastern Europe, to memories of September 11, 2001 and of Hurricane Katrina, the efforts of oral historians worldwide are examined and explained in this text.
Muş, güzel Muş:Ermenistan'dan ve Türkiye'den hatıraları resmetmek
(Dvv International, 2015) Kharatyan, Lusine
Kitap, “Birbirimizle Konuşmak” Projesi kapsamında 2011-2012 yılları arasında Türkiye ve Ermenistan’da yapılan yerel tarih atölyelerinin ürünü olarak ortaya çıktı. Sözlü tarih, fotoğraf ve performans sanatları yoluyla üç ayrı grupta yürütülen yerel tarih atölyelerine her iki ülkeden toplam yirmi üniversite öğrencisi katıldı. Öncelikle 2011’in Ekim ayında Muş’ta buluşup birbirleriyle tanışan ve ardından ilgili çalışma grubunda eğitim alan gençler kent merkezi ve çevre köylerinde yaşayanlarla ve yerel kurum temsilcileriyle görüşmeler yaptılar. Kent hafızasında yer alan hatıraları, hikayeleri, nesneleri ve mekanları fotoğraf, ses ve video olarak kayda geçirdiler. 6 ay sonra Ermenistan’da bir araya gelen grup, Gümrü kenti çevresinde Muşluların yerleştiği köyleri ziyaret ederek hafızalarda kalan Muş'un izlerini sürdüler.